2 Sosyal bilimlerde karşılaşılacak zorlukların üstesinden gelmek
2.2 Yöntemsel zorluklar
Sosyal bilimlerin karşı karşıya geldiği yöntemsel zorluklar, nasıl araştırma yapılması gerektiğine ve nasıl bir araştırmacı tavrının daha uygun olduğuna dair bazı sorular sormakla en iyi şekilde anlaşılabilir.
- Sosyal bilimciler, doğa bilimciler tarafından geliştirilmiş olan varsayım ve yöntemleri mi kullanmalı, yoksa kendi varsayım ve yöntemlerini mi geliştirmelidirler?
- Sosyal bilimlerde, çalıştığımız kişi, toplum, ekonomi, ideoloji ya da demokrasi gibi nesneler gerçekte varlar mı, yoksa bunlar bizim var olduğuna inanageldiğimiz kendi yaratımlarımız mıdır?
- Sosyal yaşam, x, y ile ilişkilidir ya da y’nin sebebidir şeklinde özetlenebilecek basitleştirilmis ilişki önermelerine indirgenebilir mi? Yoksa gündelik sosyal ilişkiler bu yaklaşımdan daha karmaşık mıdır?
- Sosyal bilimcilerin pek çok benzer durumu açıklama gücüne sahip genelleyici açıklamalar yapma isteğiyle tek bir durumun karmaşıklığını anlama çabaları arasındaki uçurum giderilebilir mi?
Bu derste bu tarz soru ve sorunları ortaya koyacak, bunların önemini anlayacak ve sorularımıza kesin cevaplar bulmaya çalışmakla daha az ilgileneceğiz. Tüm bu sorular, birbirleriyle yakından ilişkilidirler ve sosyal ilişkilerin bilimsel çalışılmasıyla iligili bir sorundan kaynaklanmaktadırlar. Doğa bilimlerinde analiz nesnelerinin (örneğin, atomlar, DNA, ormanlar, dağlar ya da gezegenler) araştırmacıdan tamamen bağımsız olduğu varsayımı yapılır. Şimdilik bu varsayımı sorgulamayacağız ancak bu varsayımın insanların çalışılması açısından yansımalarına bakacağız. Analiz nesnelerini araştırmacıdan bağımsız kabul etmek sosyal bilimlerde sorunlu bir yaklaşımdır. Örneğin, aile, eğitim ya da kültür konularını çalıştığımızda, çalıştığımız bu nesnelerin birer parçasıyızdır çünkü bunlar ile yaşar, düşünür ve iletişim kurarız. Sosyal bilimler, insanların kendileri ve içinde yaşadıkları toplum ile ilgili açıklamalar yaratırken bir taraftan o toplumun içinde yaşıyor olmalarının getirdiği sorunlarla baş etmek zorundadır. Sosyal bilimciler, kuramlarını ve bulgularını düşünür ve tanımlarlarken içinde yaşadıkları ve bir parçası oldukları toplum tarafından anlamlandırılan kelime, benzeşim ve eğretilemeleri kullanırlar. Yani sosyal bilimciler analizini yaptıkları nesnenin bir parçasıdırlar.
Bu sorunlar, doğa bilimciler gibi çalışmasının nesnesinden bağımsız kalarak onu incelemek isteyen sosyal bilimciler için önemlidir. Her ne kadar sosyal bilimciler, çalıştıkları nesnelerden bağımsız olmaya uğraşsalar da, nesneden tamamen ayrışamazlar. Bir kaya ya da ağacı çalıştığımızda, bu araştırma nesnelerinin bir parçası olmamamıza rağmen onları etkileme gücüne sahibiz. Bu sorunsala özne-nesne sorunu diyoruz. Geleneksel olarak, araştırmacı özne, çalışmaya konu olan ise nesne olarak görülür ancak sosyal bilimlerde biz elde etmeye çalıştığımız bilginin hem özne hem de nesnesiyizdir. Toplumsal hayatı çalıştığımızda aslında kendimizi çalışırız. Bu sebeple, hergün yaşadığımız deneyimlerimizden yola çıkarak delil toplamamız gerekir. Ya günlük deneyimlerimizi yeterince bilimsel bulmayarak ve nesnel bilimsel kanunlara uygun görmeyerek gözardı ederiz ya da farkındalık içinde bu deneyimleri kucaklar ve bunları sosyal varoluşun aksi taktirde gözden kaçacak kısımları hakkında fikir sahibi olmak için en verimli şekilde kullanabiliriz. Sosyal kurumları ve kültürel oluşumları çalışırken esasen kendimizi çalışmaktayız ve sosyal bilimler uygulamaları bunu kabul etmelidir.
Özne-nesne sorunu bir problemdir çünkü bu sorun sosyal bilimcilerin insanları değişik yollar kullanarak çalıştıklarını ifade eder. Özne-nesne sorunu kavramı, araştırmacı ile çalıştığı şeylerin arasındaki ilişkiye dikkati çekmeyi amaçlar. Ayrıca sosyal bilimler ile doğa bilimleri arasındaki çok önemli farkları da gün yüzüne çıkarır.
Bilimsel kanunlar Bilimsel kanunların geliştirilmesi, bilimsel uygulamaların en önemli amacıdır, ancak herşeyde olduğu gibi bilimsel kanunun ne olduğuna dair anlaşmazlıklar da alanda sorun yaratmaktadır.
Bu tarz sorunlar, özellikle çok yakından tanıdığımız kurumları çalıştığımız zaman daha ciddi hale gelmektedir. Düşünün ki, aileyi araştırma nesneniz olarak çalışıyorsunuz, bizim sadece ikisini ele alacağımız pek çok araştırma seçeneği ile karşı karşıya geleceksiniz:
- Aileyi nasıl tanımlarsınız?
- Aile ile ilgili tam olarak ne çalışmak istiyorsunuz?
Ailenin ne şekilde tanımlanabileceğine ve aile ile ilgili herhangi bir konuyu hangi araştırma yöntemini kullanarak en iyi şekilde çalışmak gerektiğine dair yaşanan problemler, özne-nesne sorununu özetlememize imkan verir. Aile hayatı üzerine 20. yüzyılın ortalarında yapılmış olan çalışmalar, çekirdek ailenin temel analiz birimi olması gerektiğini varsaymaktaydı (ki bu anlayışa göre, çekirdek aile farklı cinsiyetlere sahip bir ebeveyn ve onların çocuklarından oluşmaktaydı). Bu alanda çalışan pek çok sosyal araştırmacı, analiz nesnelerini, kendi aile hayatlarındaki deneyimlerinden yola çıkarak tanımladılar. Bunu yaparken kendi ölçütlerine uymayan aile hayatı çeşitleri anormal olarak tanımlandı ve toplumsal sorun sınıflandırması altında incelendi. Bu tarz bir ayrım o süreçte Batı’da yaşanan ahlaki ve kültürel söylemler ile de örtüşmekteydi. Günümüz araştırmacıları ise, daha geniş bir aile kavramı ile çalışmakta (tek ebeveyn, homoseksüel aileler vb.) ve 1950 ile 60’larda ortaya çıkan aile kavramında oluşan değişiklikleri hesaba katmaktadırlar. Her sosyal araştırmacı bir sosyallleşme sürecinden geçtiğinden, analiz nesnelerini ‘evliliğe dair roller’ ya da ‘kardeş rekabeti’ olarak tanımladıklarında bu kavramların öznel ve kişisel bir boyutu da bulunur. Kullanılan dilin bile kaçınılmaz bir sembolik içeriği vardır.
O zaman sosyal araştırmacılar aileyi çeşitli şekillerde değerlendirmektedirler. Bazılarına göre aile güçlü ve sabit bir sosyal düzenin temelidir, ki ailenin işlevlerini çalışan bazı sosyoloji branşlarında bu böyledir. Başka araştırmacılara göre ise, aile hem kişilik gelişimini bozabilen, hem de toplum içinde güç ilişkileri doğuran bir düzenektir. Bu yaklaşım, Kate Millet’in (1970) Cinsiyet Politikası isimli feminist eserinde ve radikal psikoanalistlerden R.D. Laing’de kendini gösterir. Bölünmüş Kişi (1960) adlı eserinde, Laing şizofreninin bir sebebi olarak ihtilaflı aile ilişkilerini gösterir. Çalıştığı olay incelemelerinde Laing, ebeveynleri arasındaki çatışmaları ‘içselleştiren’ çocukların ileriki hayatlarında akıl hastalığı yaşama ihtimallerinin arttığını keşfetmiştir. Laing’in bu ilişkiyi nasıl bulduğunu da anlamakta fayda var. Laing çocukken kendi aile çevresinde de bu tarz çatışmalı ilişkiler deneyimledi. Bu ilişkiler daha sonra Laing’in hem çalışacağı konuyu seçmesinde hem de savını oluşturmasında etkili olmuş olabilir. Bu tarz kişisel deneyimler, çatışmalı ilişkilere dair Laing’e eşsiz bir yaklaşım sağlamış olabilir. Ancak aynı zamanda kişisel deneyimleri Laing’in şizofreninin ortaya çıkmasına dair başka açıklamaları fazlasıyla sınırlandırmasına da sebep olmuş olabilir. Bu, sosyal bilimlerin öznel deneyimlerden soyutlanamayacağı ve soyutlanmaması gerektiğine dair önemli bir örnektir. Bilimsel kavramların ve sosyal ilişkilerin inşası arasındaki ilişkiyi kabullenmek insanın varoluşunu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Kişisel deneyimler ve sosyal kurumlara katılım, sosyal bilimler uygulamalarını her zaman etkilemektedir.
Kamuoyu tarafından çok tartışılan konularda çalışmak isteyebilirsiniz. Üstelik, araştırma teknikleri konusunda da pek çok seçeneğe ve vermeniz gereken karara sahipsiniz. Bu seçenekler, araştırmanızın sonucunu da önemli ölçüde değiştirecektir. Örneğin, pek çok aileden standartlaştırılmış bazı sorulara cevap vermelerini isterseniz, bir grubu diğeri ile karşılaştırmanız mümkün olacaktır. Öte yandan, zaman ayırıp daha az sayıda aile ile çalışıp her biriyle daha çok vakit geçirirseniz aile hayatlarıyla ilgili daha ayrıntılı bilgi elde edebilirsiniz. Ancak elde ettiğiniz bu bilgileri başka ailelere genellemekte güçlük çekebilirsiniz. Bu karar ve seçenekler, ne çalışmak istediğimize ve onu nasıl çalışacağımıza karar verdiğimiz buluş bağlamı ile, topladığımız verileri yorumladığımız ve sosyal süreçleri anlattığımız doğrulama bağlamını birbirinden ayırmanın gerçekte ne kadar zor olduğunu ortaya koymaktadır.
Buluş bağlamıBu bağlam, dikkate ve araştırılmaya değer problemlerin bulunup tanımlanması ile ilgilidir. Bunların bulunması pek çok etmenin sonucudur. Bunlara örnek olarak varolan bilgiye uymayan durumların ortaya çıkması, literatürde boşlukların keşfedilmesi, araştırmaya dahil olan topluluk ve kurumların değerleri verilebilir.
Doğrulama bağlamı Bu bağlam, araştırmanın hayata geçirilmesi, verilerin toplanması, fikir ve hipotezleri test etme ve yorumlama ile toplanmış kanıtları yorumlama, uygulama ve değerlendirme ile ilgilidir. Uygulamada, araştırma yaşanan bir eylem olduğundan buluş bağlamı ile doğrulama bağlamını birbirinden ayırmak genellikle kolay değildir.