http://ocw.mit.edu
8.02 Elektrik ve Manyetizma, Bahar 2002
Lütfen aşağıdaki alıntı
biçimini kullanınız:
Lewin, Walter, 8.02 Elektrik ve Manyetizma, Bahar 2002 (Massachusetts
Institute of Technology: MIT OpenCourseWare). http://ocw.mit.edu (accessed
MM DD, YYYY). License: Creative Commons Attribution-Noncommercial-Share Alike.
Not: Alıntılarınızda lütfen bu materyalin gerçek tarihini
kullanınız.
Bu materyalin alıntı olarak gösterilmesi veya kullanım koşullarımız
hakkında daha fazla bilgi için, http://ocw.mit.edu/terms web
sitesini ziyaret ediniz.
MIT Açık Ders
Malzemeleri
http://ocw.mit.edu
8.02 Elektrik ve Manyetizma, Bahar
2002
Transkript
– Ders 29 Snell Yasası, Kırınım ve Tam
Yansıma
Bugünkü
konumuz ışık.
Işık
elektromanyetik bir olaydır; Maxwell ‘den önce, 16.yüzyılda ışığın suyla ve
camla etkileşimi konusunda pek çok çalışma yapılmıştır.
Yapılan
deneyler şu türdendi: Diyelim ki bu hava -- buna 1. ortam diyorum --, bu da su
-- buna 2. ortam diyorum -- ve bu yüzeye çarpan bir ışık demeti var.
Işık
işte böyle geliyor, bu açıyı geliş açısı olarak tanımlıyorum ve ona teta 1 diyorum.
Bu, yüzeye dik; buna geliş açısı diyoruz.
Şimdi
bu ışığın bir kısmının yansıtıldığını göreceğim; L kadarı yansıtılır, Leyla’nın L’si gibi; ve ışığın bir kısmı suya girer; buna
kırılma deriz, R kadarı kırılır,
Recep’in R ‘si gibi. Bu açıya teta 2 deriz.
17.yüzyılda
Hollandalı Willebrord Snellius bu üç ışık demeti arasındaki ilişkiyi yöneten üç
kural bulmuştu.
Birinci
kural şudur: Bu demet, bu demet ve bu demet bir düzlem içindedir.
Gördüğünüz
gibi bu benim tahta düzlemim.
Onun
bulduğu ikinci kural şuydu: Yansıma açısı dediğimiz bu açı, teta 3 geliş
açısıyla aynıdır.
Şüphesiz,
bu ondan önce biliniyordu.
En
şaşırtıcı olanı üçüncüsüdür. Bu kural, ona izafeten, -- ismi Snellius olsa da
-- Snell
Yasası olarak adlandırıldı: Sinüs teta 1 bölü sinüs teta 2, eğer havadan
suya gidersek, bu oran yaklaşık 1,3 ‘tür.
Eğer
havadan cama giderseniz, oran biraz daha yüksek olur, 1, 5 ya da öyle bir şey.
O,
kırılma indisi fikrini ortaya
atmıştı; ona N diyeceğim, Nevin ‘in N ‘si -- kırılma indisi.
Boşluk
için kırılma indisi 1 ‘dir; hava için de yaklaşık olarak aynıdır. Biz hava için
de onu 1 olarak alırız.
Suda
kırılma indisi yaklaşık 1,3 ‘tür; camda, camın cinsine bağlı olarak, yaklaşık
1,5‘tir.
Ve
şimdi buraya N2 bölü N1 yazarak, Snell Yasasını
düzeltebiliriz; burada N1 bulunduğunuz ortamın kırılma indisidir --
gelen demet olarak, buraya 1 koyarım; N2
ise gittiğiniz ortamın kırılma indisidir.
Bu
ortama kırıldınız.
Gerçekten
gördüğünüz gibi, su 1,3 ve hava 1olduğu için, havanın suya oranı 1,3 ‘tür.
Ve
buna Snell Yasası denir.
Ve
şurası açıktır ki, havadan suya, ya da havadan cama geçerseniz, teta 2 açısı
daima teta 1 açısından küçüktür; çünkü bu sayı 1 ’ den büyüktür.
Fakat
sudan havaya geçerseniz, durum tersi olur; şimdi söz etmek istediğim budur ve bu
oldukça ilginçtir.
Böylece
şimdi, 1. ortam su, 2. ortam ise havadır.
Şimdi
buradan buraya geçiyorum; böylece burada teta 1 gelme açısı var ve burada yansıma
açısı teta 3 ve burada da teta 2 açısı.
Snell
Yasasını yazarsam, şimdi sinüs teta 1 bölü sinüs teta 2, eşit N2 / N1
olur. Sudan havaya geçtiğimiz için, N2, 1 ’dir ve bölü 1,3 .
Burada özel olan şey, teta 2’ nin açıkça asla
90 dereceden büyük olamayacağıdır.
Burada
teta 2 yerine 90 derece koyarsanız, teta 1 ‘i yaklaşık 50 derece bulursunuz.
Bu
denklemi uygular ve teta 1 yerine 50 dereceden daha büyük bir açı koyarsanız,
sinüs teta 2 ‘nin 1 ‘den daha büyük olacağını bulursunuz, ki bu da çok
saçmadır.
Bu
olamaz.
Ve
doğa Snell Yasasını tanımaz ve der ki “Üzgünüm, bunu yapamam” Bu durumda doğanın yaptığı şudur: Eğer teta 1
açısı çok büyükse – su halinde, 50 dereceden daha büyükse – bu artık orada
değildir ve ışığın tümü bu yüzeyden yansımaktadır.
Biz
buna tam yansıma deriz.
Tam yansıma.
Böylece
teta 1 belli bir kritik açıdan daha büyük olduğunda, tam yansıma olur; bu
kritik açının sinüsü, -- ki onu cr yazarım -- N2/ N1 ‘dir
( sinqcr
= N2/ N1 ) . Fakat
bir koşul söz konusudur.
Bu koşul, N1 ‘in N2 ‘den
daha büyük olmasıdır. (N1 >
N2)
Durum
böyle değilse, o zaman tam yansıma olmaz.
Tam
yansıma gerçekten çok ilginçtir; pratik uygulamaları vardır; biraz sonra onları
tartışacağız; fakat önce bir gösteri deneyi yapmak ve orada size bunu göstermek
istiyorum.
Burada
suyum var, burası ise hava. İçerde yakabildiğim bir lazer ışığına sahibim; bu teta 1 açısını değiştirebilirim, yavaş yavaş
arttırırım, arttırırım, arttırırım ; teta 2 ‘nin arttığını, arttığını, arttığını
görürsünüz; 50 dereceye yaklaşırım, bu kritik açıda ve onu aştığımda, artık
100% yansımaya sahip olurum.
Önce
lazeri açayım, böylece biraz ışık olsun; çok yakında oturmayan siz oradakiler, onu
siz görün istiyorum, ışık durumunu size göre ayarlamalıyım. Pekiyi, işte
görüyorsunuz, aynen tahtada yaptığımız gibi, ışık suda gidiyor, bu onun geliş
yoludur, bu suda yansıyan kısmıdır ve bu da havada kırılan kısım.
Böylece
şu burada olandır.
Ve
şimdi şu açıyı büyülteceğim; masaya dokunduğum anda su ufak ufak kıpırdamaya
başlayacak ve muhtemelen siz bunu göreceksiniz,
Böylece
açıyı, evet açıyı arttıracağım. Nasıl arttırdığıma bakın.
Bakın,
teta 2 büyüyor, 90 dereceye ulaşacak. Teta 1 ‘i büyütüyorum, Teta 1 ‘i büyütüyorum; teta 2 ‘ye bakın,
neredeyse 90 derece olacak. Şimdi kritik açıya çok yakınım, nerdeyse tam
sağındayım ve şimdi bütün ışık yansıtılıyor.
100
% yansıma, dikkate değer bir olay.
Bu,
pratik uygulamalara sahiptir.
Ve
bu pratik uygulamaların bazılarını da size göstereceğim.
En
önemli pratik uygulama fiber optiktir.
Eğer
bir fiberim varsa, özel şekilde tasarlanmış -- bu bir fiberdir – içerde buradan
bir ışık geliyor ve buraya çarpıyor -- diyelim ki bu bir plastiktir, bir camdır
ya da havadır -- eğer gelen açı kritik
açıdan daha büyükse, 100 % yansıma olur.
Ve
böylece dışarıya, havaya hiçbir şey çıkmaz, 100 %‘ü yansır.
Burada,
gene, kritik açı aşılmıştır ve böylece 100 % yansıma olur ve millerce tüm bu
şeyin içinden gidebilirsiniz.
Hatta
orada içeriye düğümler koyabilirsiniz; kritik açıyı aşmadığınız müddetçe, ışık
yayılacak ve hiç ışık kaybı olmayacaktır. Bu nedenle insanlar bununla çok
ilgileniyorlar.
Size
göstereceğim gibi, fiber optik aracılığıyla görüntü bile iletebilirsiniz.
Burada,
içerisinde, her biri 50 mikron çapında, 4000 fiber bulunan bir fiber optik var;
ve burada bir lazer demetim var ve lazer ışığı çıkacak -- biraz sonra size
orada bu lazer ışığını göstereceğim -- Fiberlerle ne yaptığımın bir önemi
yoktur, fiberin içinde daima kritik açıyı aştığım müddetçe, 180 dereceye bile
gidebilirim ve onları orada parıldatabilirim.
Oh!
Artık televizyon istemiyorum, bunu
kapatabiliriz; burada esas lazer ışığımız olsun. İşte burada !
Burada
lazer ışığını görüyorsunuz
Tamam,
şimdi buna bakın, bu desteye bakın.
Onu
saçma bir yılana çevireceğim, hemen hemen bir S gibi. Bütün ışık hala çıkıyor,
Böylece
bütün yol boyunca gidiyor, onu 180 derece çevireceğim, oradaki duvara geri çevireceğim.
İşte oldu.
Böylece,
burada şaşırtıcı bir olay var: bu ışık dışarıya, havaya çıkamıyor; ışık fiberin
içinde kalıyor; fiber optiğin arkasındaki düşünce budur.
Tam
burada, çok benzer, başka bir fiber optik uygulaması var.
Fiber
optikten bir görüntü yollayabilirsiniz. Bu, binlerce küçük fiberden oluşan bir fiber
optik.
Ve
buradan, bu taraftan, bir mesaj ya da bir görüntü gönderirim, bu bir fotoğraf
veya bir metin olabilir. Ve burada bir televizyon kameramız var.
Ve
bu görüntüyü izleyebiliriz, fiberin bu tarafında görüntü belirir ve bu
televizyon kamerası bu görüntüyü görebilir. Bakalım, size bu mesajı gösterebilecek
miyiz !.
Tamam;
burada gene bir şeyler yapmalıyım, sanırım siz…..ah işte oldu.
Böylece
siz gerçekte tek tek fiberleri görebilirsiniz, görüyor musunuz?
Ne
kadar ilginç! Bunların her biri, tek tek fiberler.
Ve
onların çapları, muhtemelen 50 ya da 100 mikrondan daha çok değil.
Bakalım
sizin için hangi mesaj var. Oh, oh, sınav üç.
Bunu
duymak istemiyorsunuz, değil mi?
Bu,
mesajın ne olduğuna bağlı. Problem ---- hayır. Hayır.
Problem
1. Problem 1.
Şekil...
oh, oh, oh, aşağıda..., bu yanlış mesaj; şüphesiz ki size sınav sorularını
vermek istemedim; özür dilerim, size yanlış mesajı gösterdim.
Fakat,
hiç olmazsa bu size fiber optikle görüntü gönderebileceğimizi gösterdi, hatta
gizli mesajları da.
Newton
‘un Snell Yasası için ilginç bir açıklaması vardı. Newton gezegenlerin adamıydı;
parçacıkların adamıydı; kütlelerin, ivmenin, F = MA ‘nın adamıydı.
Ve
bu yüzden onun açıklaması parçacıkları içeriyordu.
Işık,
ışık parçacıklarından ibarettir diyordu.
Bu,
su ve hava arasındaki yüzey ise;
Newton’un
iddiası şuydu:
Işık
belli bir V1 hızıyla gelirse,
Yatay
bir bileşene sahiptir. Ve belli bir düşey bileşene..
Newton,
ışık suya vardığında, yüzeye ulaştığı anda, yüzeye dik bir ivme kazanır diyordu
Niçin?
Bunu söylemiyordu
Sadece
dik bir ivme kazanacak diyordu. Diğer bir deyişle, bu yatay bileşen değişmez.
Olduğu
gibi kalır.
Fakat
bu dik bileşen değişir; kuşkusuz kırılma indisine bağlı olarak; epeyce büyür.
Dolayısıyla,
yeni hız şimdi bu doğrultudadır ve gerçekten teta 1 açısının teta 2 açısından
daha büyük olduğunu görüyorsunuz.
Bundan
Snell Yasası derhal çıkar. Sinüs teta 1 -- bu açı teta 1 ‘dir.
Böylece
bu açı teta 1 ‘dir.
Böylece
Sinüs teta 1, bu yatay-bileşen bölü bu hızdır (V1).
Ve
sinüs teta 2, bu yatay-bileşen bölü bu hızdır (V2).
Fakat
bu iki yatay-bileşen aynıdır. Böylece bu oranı hemen V2 bölü V1
olarak bulursunuz; Bay Newton ‘un büyük zaferi.
Var
olan bir sorun dışında; belki de bu, V2 ‘nin V1 ‘den daha
büyük olması anlamına gelir. Ve böylece Newton sudaki ışık hızının havadaki
ışık hızından daha büyük olduğunu iddia ediyordu.
Ve
kuşkusuz, camda hız daha da büyük olmalıydı.
Bir
Hollandalı daha vardı; bu Hollandalı’nın adı ise Christian Huygens ‘ti.
H-U-Y-G-E-N-S.
Ve
bu beyefendi ise, ışığın parçacık değil,
belki de dalga olduğunu önermekteydi.
Ve
bu arkadaş, Huygens İlkesi olarak bildiğimiz, dahice bir fikir ortaya atmıştı;
en azından siz, ona Huygens İlkesi dersiniz; fakat biz onu Huygens İlkesi diye
adlandırmayız.
UY
sesinin Hollandaca [ouwe] olarak telaffuz edildiğini görüyorsunuz.
Hollandalı
değilseniz, hiç biriniz [ouwe] sesini çıkaramazsınız.
Daha
kötüsü, İngilizcede bu sese sahip bile değilsiniz.
Bu
[kkkkhhhhh] dir.
Hollandalı
olmadıkça, bu [kkkkhhhhh] sesini çıkaramazsınız.
Boş
verin, siz Huygens diyebilirsiniz.
Dersten
sonra yanıma kim gelir de, bana “Huygens”i doğru telaffuz ederse, o mutlaka Hollandalı
olmalıdır.
Size
karşı nazik olacağım ve bu gün ona Huygens İlkesi diyeceğim.
Böylece
Huygens şu fikirle ortaya çıkmıştı:
Bu
bir elektromanyetik dalga kaynağıdır. Ve bu elektromanyetik dalgalar küresel şekilde
yayılırlar.
Mantıksız
değildir. Ve burada bile görüyorsunuz; dalga
tepelerini.
Dalganın ön kısmındaki yüzeyi, ki bu yüzeyde
tüm noktalar aynı evrededir, Huygens dalga cephesi olarak adlandırmıştı. Böylece
bu dalga cephesidir.
Huygens,
dalga cephesinin her bir noktasının tek tek kaynak ile aynı frekansta
titreştiğini ve küresel dalgalar ürettiğini öne sürmüştü.
Onları
ikincil dalgalar olarak adlandırıyoruz; -- sık sık onlara dalgacıklar da
diyoruz. Ve bu ikincil dalgaların dalga cephesinin zarfı, şimdi yeni bir dalga
cephesidir.
Böylece
o aşağıdaki gibi çalışır.
Seçebileceğiniz
her nokta, ki istediğiniz kadar çok seçebilirsiniz, kaynak ile aynı frekansta
titreşmeye başlar. Ve kendi küresel dalgasını üretir, onlar böyle giderler ve
yeni dalga cephesi o zaman burada olur.
İşte
buna Huygens İlkesi denir.
Kuşkusuz,
Huygens’in, bu noktaların bunu niçin yaptıkları konusunda hiç bir açıklaması yoktur.
O bunu önermişti sadece.
Bu
ilke, Snell Yasasını çok kolay bir şekilde açıklar. Bunu, kitabınızdan
okumanızı istiyorum.
Bu
ilkeyle Snell Yasasını açıklamanın çok kolay olduğunu görürsünüz; AMA ŞUNUN
DIŞINDA: sinüs teta 1 bölü sinüs teta 2, eşit V1 bölü V2
olduğuna göre, şu sonuca varacaksınız. Huygens sudaki ışık hızının, havadaki
ışık hızından daha düşük olduğunu ön görmüştü; oysa ki Newton sudaki ışık
hızının havadaki ışık hızından daha yüksek olduğunu ön gördü.
Şimdi
sorun, kimin haklı olduğuydu.
Işık,
parçacıklardan mı oluşuyor, yoksa dalgalardan mı?
Işığın
dalga – parçacık düşüncesi, fizikte uzun süre ortada kalan bir konu olmuştur.
Sanırım gelecek hafta ya da ara-sınavdan sonra, size, 1801 ‘de Young‘ın ışığın
dalgalar olduğunu kesinlikle nasıl kanıtladığını göstereceğim.
Böylece
Huygens kazanmış gibi görünüyor.
Öte
yandan, ben size geçen derste ışığın parçacık gibi davranabildiğini de gösterdim.
Fotonlar,
mermiler, domatesler, ışınım basıncı; bunlar parçacıklardır.
Kütle,
bütün bir nesne, bütün bal mumu topu. Ve böylece belki de Newton haklıydı; belki
de onlar parçacıktır.
Aslında,
her ikisi de haklıydı.
Öyle
anlar vardır ki gördüğünüz şeyleri gerçekten en iyi şekilde ışığı dalga olarak
kabul ederek yorumlayabilirsiniz. Ve öyle anlar vardır ki ışığı, ışınım
basıncında olduğu gibi, kütleli parçacıklar olarak varsaymak çok daha iyidir.
Fakat,
kuşkusuz ki, buradaki esas soru, ışık hızı konusunda kimin haklı olduğu?
Işık
suda daha mı hızlı gidiyor? Bu doğruysa, Newton haklıdır. Işık suda daha mı
yavaş gidiyor? Bu doğruysa, Huygens haklıdır.
Söylemek
bile gereksizdir ki Hollandalı haklıydı. Sudaki ışık hızı, havadaki ışık
hızından daha düşüktür.
Işığın
boşluktaki hızını türettiğimizde, Maxwell denklemlerini kullanmıştık.
Bu
denklemler, herkesin çok şaşırdığı, şu sonuca götürmüştü bizi: Işığın hızı,
epsilon 0 ve mü 0 ‘a çok basit bir şekilde bağlıdır; şimdilik ona V dersem, V
eşittir 1 bölü karekök epsilon 0 mü 0 .
Ve
buna C diyoruz.
Eğer
Maxwell denklemini, maddesel ortamlarda, yani dielektriklerde ve manyetik
özelliklere sahip maddelerde geçerli olduğu şekilleriyle kullansaydınız, -- tamamen
aynı türetme olurdu, sadece burada bir kappa, yani dielektrik sabiti görürdünüz
ve burada da manyetik geçirgenlik.
Havada
değil de, camda ya da sudaysanız, kappa daima 1 ‘den daha büyüktür.
Böylece,
önünüzde görüyorsunuz ki, ışığın sudaki hızı, havadaki hızından daha düşüktür.
Bu da, C bölü karekök kappa bölü kappa M olarak yazılabilir ve artık bunu
basitçe C bölü N olarak yazarız.
Böylece
kırılma indisi, gerçekten dielektrik sabiti ve manyetik geçirgenlik çarpımının
kareköküdür.
Kappa
ve kappa M, frekansın çok güçlü bir
fonksiyonudur.
Ve
bu öyle şaşırtıcı da değildir; çünkü çok yüksek frekanslarda, değişen dış
alanlar tarafından yöneltilen elektrik ve manyetik dipoller, bunu yeterince
hızlı takip edemezler.
Bir
alan onları bu yönde sürmek ister ve hemen onları geriye döndürmek, ileriye ve
geriye, ileriye ve geriye sürmek ister ve bunu yapmak için ise yeterli zaman
yoktur.
Ve
böylece siz yüksek frekanslarda kappa‘nın değerinin düşük frekanslardakinden
daha düşük olmasını beklersiniz, ki gördüğünüz de tam budur.
Kappa
M ‘e gelince, bu sadece ferromanyetik maddelerle ilgilendiğinizde önemlidir;
çünkü paramanyetik ve diamanyetik maddelerde kappa M nasıl olsa daima 1 ‘ dir.
Ya
da 1 ‘ e çok yakındır.
Size
kappa ‘nın frekansa bağımlılığını göstermek için, örnek olarak suyu seçtim.
Bu,
Web ‘dedir, onu indirebilir ve kopyalayabilirsiniz.
Buraya
bakarsanız -- bu su içindir -- orada düşük frekanslarda , 0 Hertz ‘de, ve hatta
100 MegaHertz ‘lik radyo frekanslarında bile, -- bu 100 Mega Hertz ‘dir, bunlar
radyo dalgalarıdır -- sudaki dielektrik sabitinin yaklaşık 80 olduğuna dikkat
edin, ve görünür ışıkta -- bunlar görünür ışık frekanslarıdır -- onun çok düşük
olduğunu görüyorsunuz.
Bunu
az önce tartışmıştık. Titreşimler aşırı hızlı olur; elektrik dipolleri onu
takip edemez.
Ve
100 MegaHertz ‘deki radyo dalgaları için kırılma indisi kabaca 9 ‘dur ve bu
dalgaların sudaki hızı, havadaki ışık hızından 9 kat daha düşüktür -- buna ışık
hızı diyoruz, fakat bu kuşkusuz ki radyo dalgalarının hızıdır -- ve görünür
ışık durumunda, sudaki görünür ışığı görebilirsiniz ve onun hızı, havadaki ya da
boşluktaki hızdan sadece 1,3 kez daha düşüktür.
Frekans
etkisi çok dikkate değerdir.
Kırmızı
ışığı ve mavi ışığı alırsanız, onlar farklı frekanslara sahiptirler; dolayısıyla,
mavi ışık ve kırmızı ışık için kırılma indisi farklıdır.
Eğer
suyu ele alırsam -- vereceğim sayılar su içindir -- kırmızı ışık için sudaki kırılma
indisi 1,331 ‘dir; fakat mavi ışık için sudaki kırılma indisi 1,343 ‘ tür.
Kısacası,
bu sayıları, bunun ardından gelen gökkuşağını daha derinden anlamak için
kullanacağız kuşkusuz.
Böylece,
sudaki mavi ışığın kırmızı ışıktan 1% kadar daha yavaş olduğuna dikkat edin.
Elektromanyetik
ışınımın hızının dalgaboyuna bağlı olması ve frekansa bağlı olması şeklinde
gördüğünüz bu olaya, dağıtma yani dispersiyon diyoruz.
Havadaki
sesin dağıtmalı olmaması iyi bir şeydir; çünkü düşünün, yüksek frekansların
düşük frekanslardan daha hızlı hareket ettiğini düşünün.
Ya
da, sırf bir örnek olarak, daha yavaş hareket ettiğini..
Bu,
şu demek olurdu: Diyelim ki bir konsere gittiniz, kemanları ve kontrabasları
dinliyorsunuz; size önce kemanın sesi gelir, daha sonra kontrabasın. Ve orkestradan
uzaklaştıkça, durum daha da kötüleşir.
Bu
etki çok güçlü olsaydı, bu salonda, arka sırada oturan birisi benim sözlerimi
anlamazdı bile, çünkü yüksek frekanslar o kişiye düşük frekanslardan daha
farklı zamanda ulaşırdı.
Böylece
havadaki ses dağıtmalı değildir.
Fakat
cam ve su, ışık için dağıtmalıdır ve çok dikkate değerdir.
Bir
cam parçası alıp ona şu şekli, şu prizma şeklini verirsem ve burada onun
üzerine biraz ışık düşürürsem, bu ampullerin ışığını ya da güneş ışığını; o
zaman buraya Snell Yasasını uygulayabilirim.
Gelme
açısı teta 1 ‘ i, biliyorum.
Kırılma
indisini biliyorum, -- gerçi bu, su içindir -- ama kuşkusuz cam için kırılma
indislerine de bir yerlerden bakabilirsiniz; o zaman göreceksiniz ki kırmızı
ışık için olan kırılma indisinin mavi ışığınkinden bir farkı vardır.
Ve
böylece prizmanın bu yüzüne vardığınızda, gene Snell Yasasını uygulamalısınız
ve bunu yaptığınızda göreceksiniz ki, kırmızı ışık mavi ışığın çıktığı aynı
açıdan çıkmamaktadır; fakat bu ikisi birbirinden uzaklaşır..
Bu,
kırılma indislerinin farklı olması gerçeğinin bir sonucudur; fakat ayrıca bu özel
şekle, bu komik şekle sahip olmamız gerçeğinin; yani camın bu yüzünün bu yüze
paralel olmaması gerçeğinin de bir sonucudur.
Buraya
bir ekran koyarsanız, renkleri görürsünüz; bir spektrum oluşturabilirsiniz; böylece
bu ampullerden gelen ışığın sadece beyaz olmadığına, fakat çok, pek çok renk
içerdiğine kendinizi inandırabilirsiniz.
Şey,
o pek çok renk içermek zorundadır, çünkü eğer oradaki kırmızı gömlekli beyefendiye
bakarsam,
O
kırmızı renk nereden geliyor sanıyorsunuz?
Ampulden geliyor olmalı, böylece içinde kırmızı ışık olmalı.
Onun
yanında oturan bayan yeşil gömlek giyiyor; böylece bu ışığın içinde yeşil ışık
da olmalı. Ve aynı şey güneş ışığı için de geçerlidir.
Fakat
burada güzel olan şey, dağıtmayı kullanarak, beyaz ışığı tek tek renklere
ayırabilmeniz ve bir spektrum yapabilmenizdir.
Eğer
paralel düzlemli bir cam parçası, yani pencere camı alırsanız, renkleri göremezsiniz;
çünkü eğer şimdi buraya ışık düşürürsem, ampullerden ya da güneşten gelen beyaz
ışığı düşürürsem, burada kırılacağı açıktır.
Fakat,
gene Snell Yasasını uyguladığımda, burada bütün renkler aynı yönde çıkacaklardır.
Böylece kırmızı ışık buradan çıkar ve mavi ışık da aynı yönde çıkar.
Ve
sizin beyinleriniz çok özeldir.
Eğer
beyinleriniz bütün renklerin aynı yönden geldiğini görürse, ‘’Beyaz ışık
görüyorum” der. Şu ampule bakın. “ Aaa, o beyaz ışık’’ dersiniz. Fakat şu beyefendiye
bakın, ‘’O kırmızı” dersiniz. O, bu ampulden geliyor olmalı.
Böylece
beyinleriniz, pek çok rengin birleşimini beyaz zannettiği için özeldir.
Ve
bunu size oldukça inandırıcı bir yoldan gösterebilirim.
Burada
bir disk görüyorsunuz. Ve bu disk üzerinde renkler gördüğünüzü sanıyorum.
Eğer
görmüyorsanız, bir probleminiz var demektir. Ve ben beyinlerinizi
aldatabilirim.
Ne
yapabilirim; bu diski öyle hızlı çeviririm ki beyinleriniz öyle karışır ki
kendinize,
’’Evet
bu beyaz ışık’’ dersiniz. Böylece önce bu disk üzerine biraz ideal ışık vereyim.
Şimdi onu biraz döndüreceğim.
Böylece,
benimle aynı fikirdesiniz, değil mi? Hala renkleri görüyorsunuz, doğru mu?
Hala
görüyorsunuz, değil mi? Tamam.
Hala
renkleri görüyorsunuz, değil mi?
Evet.
Ha, ha, ha.
Hahahahahaha.
Bu
benim için olabildiğince beyaz. Çok şaşırtıcı değil, doğru mu?
Ampule
baktığım zamandaki durum ile aynı.
Tüm
bu renkler beyinlerimiz tarafından öylesine işleme uğrarlar ki, onlar sizin
gerçekten beyaz ışık görmenizi sağlar. O,
sahip olabileceğiniz kadar gerçektir.
Böylece
bu, dersin kalan bölümünde sizinle tartışmak istediğim, renk yanılsaması
konusunu ortaya çıkarır.
Bir
fizikçiye, ‘’belli renkleri ne zaman görürsün?
Ne
zaman kırmızı görürsün?
Maviyi
yeşili ne zaman görürüz?’’ diye sorarsanız; muhtemeldir ki, o, size standart
bir yanıt verir ve ‘’ Aslında bu, havadaki dalgaboyuna bağlıdır’’der ve şunu
ekler:
“Eğer
bana hangi dalgaboyu üzerinde olduğunuzu söylerseniz, size hangi rengi
göreceğinizi söylerim”.
Burada,
dalgaboyları ve renkler arasındaki ilişkiyi veren bir saydam’a sahibim.
Bu
saydam, Web sayfasında da var; oradan indirebilirsiniz.
Havada
ışığın dalgaboyu bu aralıktaki kadar ise -- 1 Angstrom, 10 üzeri -10 metredir, muhtemelen bunun kırmızı ışık olduğunu
söyleyebilirsiniz.
Dalgaboyları
kısaldığında, yani bu aralıkta, ‘’evet, bu yeşil ışıktır.’’ dersiniz. Dalga
boyları daha da kısaldığı zaman , ‘’Bu mavi ışıktır.’’, dersiniz. Ve bundan
daha kısa dalgaboylarını göremezsiniz. Burada morötesi bölgesine giriyorsunuz: Diğer
tarafta da bundan daha uzun dalgaboylarını göremezsiniz. Burası kızılaltı bölgesidir;
gözlerimiz bu dalga boylarına duyarlı değildir.
Böylece
bunlar, çok hoş.. Fakat bizim bir sorunumuz daha var hâlâ: Diski çevirdiğimizde
ve ampule baktığımızda olduğu gibi, tüm renkleri karıştırırsak beynimizin bize
beyaz ışık gördüğümüzü söylemesi gibi bir etki sorunu.
Belki
de sorun, düşündüğümüz kadar basit değildir.
Renkler
hakkındaki bu tasarı, zaten 17. ve 18. yüzyılda, birincil renkler gibi bir şeylerin
var olduğu keşfedildiğinde, oldukça ayrıntılı bir şekilde incelenmişti.
Maxwell
bu konuda bazı araştırmalar yapmıştı; Helmholtz ve hattâ şair Goethe bile bu
konu üzerinde çalışmıştı.
Onlar
birincil renklerin var olduğunu keşfettiler; ışığı karıştırdığımızda -- buna eklenen
karışım diyoruz -- üç birincil renk, yeşil, mor ve kırmızıdır; eğer boyayı
karıştırırsanız, üç birincil renk, sarı, mavi ve kırmızıdır.
Ve
bunun ardındaki düşünce şudur: eğer üç birincil rengi doğru oranda
karıştırsanız, pek çok renk yapabilirsiniz.
Size
bu renkleri nasıl karıştırmanız gerektiğini söyleyen bir reçete olan bir “renk
üçgeni” göstermek istiyorum. Ve bunu yapmak için ortalığı biraz karartacağım,
fakat tamamen değil.
Böylece
burada renk üçgenini görüyorsunuz. Renk üçgeni, içinde üç renge sahip. Üç
köşesi var; burada kırmızı var -- bir
birincil renk -- , burada mor var ve
tepede yeşil var.
Ve
şimdi bu reçetenin nasıl kullanılması gerektiğini söyleyeceğim.
Buraya
bir renk üçgeni çizeceğim ve burada kırmızı, orada yeşil ve burada mor rengimiz
var. Bu renk üçgenine bakarsanız, hayal edebileceğiniz bütün renkleri görebilirsiniz.
Şöyle..
Sarı
görürsünüz, burada eflatun görürsünüz, turuncu görürsünüz ve hatta beyaz
görürsünüz.
Pekiyi
bu renkleri nasıl yaparız? Evet; diyelim ki, buradaki bu rengi yapmak istiyorum.
Bu,
diyelim ki, şu renktir.
Sonra
üç köşeden üç çizgi çizersiniz, bir, iki, üç. Bu, ışığa koyacağınız kırmızının
miktarıdır; bu, yeşilin miktarı ve bu ise morun miktarıdır.
Bunları
bu oranlarda karıştırırsanız, buradaki rengi elde edersiniz.
Çok
hoş bir sarı yapmak istersek – ooh, bakalım, çok hoş bir sarı yapalım; taa
orda, uçta -- hiç mora ihtiyacımız yok, bunu yalnızca yeşil ve kırmızı ile
yapabiliriz. Böylece buraya, sarı olan bu noktaya gidelim; bu demektir ki, bu kadar
kırmızı koymalıyım ve bu kadar yeşil koymalıyım.
Daha
çok kırmızı eklersem, bu çizgi boyunca giderim, sonra burada dururum; böylece
turuncu rengi elde ederim.
Böylece
burada basitçe kırmızının miktarını artırarak turuncu yapabilirim. Bu mor
olmamalı, değil mi?
Ooh,
bu yeşil. Oh, beni uyarmalıydınız.
Bu
yeşil; turuncu yapmak istersem, o zaman ona daha çok kırmızı ve daha az yeşil koymalıyım.
Aşırıya
kaçıp beyaz ışık yapmak ve “tombala” demek isterseniz, orada tam ortasında, o
zaman bu kadar kırmızı, bu kadar yeşil ve bu kadar mor katmak zorundasınız.
Biraz
önce gördük; düşünce şuydu: siz tüm renkleri karıştırırsınız; biz de sizin
kafanızı karıştırırız; o zaman beyniniz der ki: ‘’Evet, yaa, bu beyaz ışık’’. Böylece
“üç birincil renk kuramı”nın ardındaki düşünce şudur: Bizim göz hücrelerimiz, yani
retinadaki hücreler, üç birincil renge farklı şekilde cevap verirler; beyinlerinizin
size söylediği bu renk algısı, beyinlerinize yollanmış mesajlardır ve onlar
burada işleme tabi tutulurlar, onlar bu üç cevabın karışımının sonucudurlar.
Kuram
oldukça başarılıdır.
Size
bu üç rengi, yeşil, moru ve kırmızıyı karıştırarak sarı rengi yapmaya
çalışacağım. Ve sarı yapmak istiyorsam -- bunu zaten tartışmıştık -- ihtiyacım
olan bütün şey yeşil ve kırmızı; hatta mora ihtiyacım yok.
Ve
bunu buradaki bu hoş küçük kutu ile yapacağım. Bu ekranı kaldıracağım, çünkü bu
ekrana artık ihtiyacım yok; ve sanırım artık bu slayt’a da ihtiyacım yok, John.
Bu
kutu içinde üç ışık var. Kırmızı, yeşil, mor. Ve şiddetlerini değiştirebilirim.
Evet
size gösterebilirim, kırmızıyı daha az güçlü yapabilirim; aynı şeyi yeşili de öyle
yapabilirim, yeşili daha az güçlü yapabilirim.
Ve
aynı şeyi morla da yapabilirim.
Örneğin,
sarı yapmak istiyorsam, bunu sadece yeşil ve kırmızıyla yaparım ve çok fazla yeşil
ve çok az kırmızı vermeliyim. Böylece az kırmızı ve çok yeşil.
Onu
biraz ayarlamalıyım.
Hmm!
Sarıyı görüyorum, değil mi? Kim sarıyı görüyor? Tamam.
Böylece
onu biraz turuncu yapabilirim; bunun için ona biraz daha çok kırmızı vermeliyim.
Evet, biraz daha çok kırmızı veriyorum; oh, o turuncu oluyor.
Bakın,
şimdi biraz buraya ilerliyorum; biraz daha çok kırmızı veriyorum ve onu turuncu
yapıyorum.
Ve
hatta ne yapabilirim; bu üç ışığı maksimum güçle veririm ve onu beyaza
çeviririm.
Böylece,
dönen diskteki gibi, güneşten gelen ışıktaki gibi, buradaki ışıklardan oluşturulan
ışıktaki gibi, bütün renklerde yine beyinleri aldattık. Sanıyorum ki, beyaz ışığı görüyorum.
Renkli
TV’niz bu temele dayalıdır. Renkli TV’nizde
üç elektron tabancası vardır. Televizyonunuzun ekranında üç farklı kimyasal
vardır. Ve bu kimyasallar çok küçük noktalar halindedirler.
Elektronlar
bu noktalardan birine çarparsa, orası mor olur, bazı kimyasallar yeşil olurlar
ve diğerleri kırmızı olurlar.
Buradaki
düşünce şudur: Her bir demet kendi kimyasal noktasına çarpar; böylece onlar
görüntüleri bu yolla düzenlerler.
Çeşitli
şiddetleri karıştırarak, üç birincil renkteki şiddetleri karıştırabilirsiniz ve
televizyonda bütün renkleri görebilirsiniz. Çok iyi çalışan bir mekanizmadır bu.
Kuşkusuz,
televizyonunuzu doğru düzgün ayarlamazsanız, bazı yüzler kırmızımsı bazı yüzler
yeşilimsi görünebilir.
Evet;
bu, şu üç tabancayı uygun şekilde ayarlama sorunudur; bunu yaparak çok başarılı
olabilirsiniz ve bu çok etkileyicidir.
Bu
üç-renk şeması oldukça iyi çalışır.
Pek
çok durumda, üç birincil renk kuramı oldukça doyurucudur. Fakat acı bir şekilde
başarısızlığa uğradığı durumlar da vardır.
Kalan
10 dakika 40 saniyede bunları tartışmak istiyorum.
Daha
19. asırda, üç-renk kuramıyla sorunlar olduğu bilinmekteydi.
1895
yılında Mr. Benham, ona izafeten “Benham diski” denilen bir disk icat etmişti.
Benim
ofisimde, masamın üzerinde bir Benham diski var. O üzerinde siyah çizgileri
olan, renksiz bir disktir. Onu çevirirsiniz ve renkleri görürsünüz.
O
diski sizin için kopyaladık, işte burada. Bu bir kopyadır, büyük bir kopya; benim
sahip olduğum disk ise, sadece bu kadar küçük. Bu, Benham diskidir.
Umarım,
bunun siyah ve beyaz olduğu konusunda benimle aynı fikirdesinizdir.
Renkleri
gören bir kişi bile varsa aranızda, şimdi bunu bileyim.
O
zaman, gitmenize izin veririm. Tamam, demek ki kimse renkleri görmüyor. İyi.
Ve
şimdi onu döndüreceğim; gördüklerinize
şaşıracaksınız.
Böylece
işte Benham topacı ve onu yaklaşık 7 Hertz ‘te, 5 – 7 Hertz arasında bir hızda
döndüreceğim. Siyah ve beyaz.
Heeey;
ne görüyorum?
Renkleri
görüyorum. Çok parlak değil, ama renkleri görüyorum.
Tam
burada ortada soluk-kahverengi görüyorum ve sonra kurşuni-yeşil herhalde ve daha
dışta koyu-mavi bir şeyler görüyorum.
Renkleri
kim görüyor? Kim görmüyor? Oh, o zaman siz renk körü olmalısınız.
Bu
olur. Peki; renkleri görüyorsunuz, sade siyah ve beyaz dönerken.
Daha
bile kötü hale getirmek için, diski ters çevirebilirim.
Önce
onu durdurmalıyım, aksi taktirde motoru yakarız. Çeviriyorum ve hatırlayın,
soluk-kahverengi merkezdeydi.
Ve
şimdi onu diğer tarafa çeviriyoruz. Tekrar bakın ne görüyorsunuz.
Şimdi
soluk-kahverengiyi kenarda görüyorsunuz.
Renklerin
tersine çevrildiğini görüyorsunuz. Bu alanda pek çok araştırma yapılmıştır.
Fakat,
beyinlerimizin ne göreceğini tahmin edebildiğimiz birkaç çok başarılı model
olmasına karşın, tam bir nörofizyolojik açıklama
henüz mevcut değildir.
Renk hücreleriniz titrek ışıkla uyarıldığında,
gelen ışık ile yanıtı arasında faz gecikmesi olur; beyninize gönderilen mesajlar, kuşkusuz
akımlardır.
Faz
gecikmesi, farklı renkler için farklıdır.
Böylece
burada yaptığımız şey, beyinlerimizi kandırmaktır. Biz titrek ışığı
beyinlerimize farklı faz gecikmeleri ile göndeririz ve merkezdeki faz
gecikmeleri daha dıştakilerden daha farklı olur.
Ve
beyin bunu alışıldık şekilde işler ve der ki; ‘’Üzgünüm, fakat renk
göreceksiniz.’’ Gördüğünüz şey budur.
Üç-renk
kuramının başarısız olduğunu veya en azından tam olmadığını gösteren en
mükemmel örnek, ellili yılların başlarında Edwin Land tarafından yapılan
çalışmadır.
Edwin
Land, Polaroid filmini bulan çok meşhur bir kişidir.
O
renk kuramına öncülük etmişti ve şimdi burada yapacağım özel gösteri konusunda
çok meşhur olmuştu.
O
bana iki tane slayt vermişti, onu ben bizzat Edwin Land ‘dan aldım.
Size
göstereceğim bu iki slayt, siyah ve beyaz renklidir. Tartışmasız siyah-beyaz.
Onları
size göstereceğim; onlar bu disk kadar siyah ve beyazdır.
O,
bu slaytlardan birini, bir şeyin fotoğrafını çekerek elde etmişti. Ve bu şeyi
birazdan göreceksiniz.
Diğer
siyah-beyaz slaytı da o çekmişti -- gene siyah-beyaz film üzerine -- fakat
kamerasının önüne bir kırmızı filtre koymuştu.
Fakat
inanın bana, o siyah-beyaz slayttı. Yani siz siyah-beyaz slaytlar göreceksiniz.
Ve
şimdi bu slaytlarla özel bir şeyler yapacağım; bu yüzden şimdi oraya giderek
gelişmeler süresince size açıklamalarda bulunacağım.
Dolayısıyla
ortalığı iyice karartmalıyım; ooh, ekran aşağı gelmek zorunda, slaytları
görebilmemiz için, kuşkusuz, ekrana ihtiyacımız var.
İki
tane siyah-beyaz slayt.
İlk siyah-beyaz slayt işte bu.
Umarım
hepimiz bunun siyah-beyaz bir slayt olduğu konusunda hem fikirizdir.
Ve
ikinci siyah-beyaz slaytta da aynı görüntü var.
Bu
arada, bu, kırmızı filtre ile çekilmişti. Ama bu siyah ve beyaz.
Birincisi
kırmızı filtre ile çekilmemişti; fakat umarım hepimiz bunun siyah-beyaz
olduğunda hemfikirsinizdir.
Bu
siyah-beyaz slaytın önüne kırmızı bir filtre koyarsanız, göreceğiniz şey, tam
beklediğiniz gibidir; yani, evet, bu, kırmızı bir cam parçasının ardından
dünyaya baktığınızda, dünyayı kırmızımsı görmeye benzer bir durumdur.
Çok
sıkıcı. Gene de bazı çocuklar bunu sever. Yani, göreceğiniz şey bu.
Diğeriyle
de aynısını yapabilirim; Edwin Land’in kırmızı filtre kullanarak fotoğrafladığı
bu.
Onun
önüne kırmızı bir filtre koyarsam, beklediğinizi görürsünüz: kırmızımsı,
pembemsi renkler.
Tamam.
Bir
siyah-beyaz slaytın üzerine diğer siyah-beyaz slaytı izdüşürürsek, ne görmeyi beklersiniz?
Haydi, bununla yüzleşelim. Gelin, dürüst olalım.
Siyah-beyaz
üzerine siyah-beyaz, gene siyah-beyaz kalır. Ve şu an göreceğiniz şey budur. Biri
şimdi diğerinin üzerinde.
Fark
etmemiş olabilirsiniz diye, birini üzerinden alacağım ve sonra tekrar koyacağım.
Siyah-beyaz
artı
siyah-beyaz, gene siyah-beyazdır.
Şimdi,
sizden sandalyelerinizin üzerinde çok sağlam oturmanızı isteyeceğim; çünkü
dikkatli olmazsanız, sandalyelerinizden düşeceksiniz.
Şimdi
Edwin Land’in kırmızı filtre ile elde ettiğini slaytın önüne koyacağım; kırmızı
filtreyi projektörümün önüne koyacağım, sadece bu slayt boyunca.
Diğeri
olduğu gibi kalacak.
Ve
işte başlıyoruz. Ve şimdi ne görüyorsunuz?
Renkleri
görüyorsunuz.
Bu
bir mucize mi? Evet, belki de öyle.
Burada
sarı görüyorum. Burada yeşili görüyorum. Burada laciverti görüyorum.
Başka
kim bu renkleri görüyor?
Sadece
evet deyin.
Kim
görmüyor? Sizin için iyi.
Şaşırtıcı
değil miydi? İki tane siyah-beyaz slayt.
Bütün
gördüğünüz bu ve de normalde size sadece biraz pembemsi, biraz kırmızımsı ışık
verecek bu saçma kırmızı filtreyi görüyorsunuz.
Fakat,
birini diğerinin üzerine koyarsanız, beyinlerinizde garip bir şeyler meydana
geliyor.
Beyinleriniz
öylesine inanılmaz derecede karışmış ki, gerçekten, orada sarıyı gördüğünüzü
zannediyorlar.
Ve
de gerçekten şurada ise sizin yeşili gördüğünüzü düşündürtüyorlar.
Şimdi
akla yakın bir soru şu: Eğer bunun fotoğrafını renkli filmli bir kamera ile
çekersek, ne görürsünüz?
Renkleri
görecek misiniz; yoksa o siyah-beyaz mı
olacak?
Evet,
renkleri görürsünüz; fakat renkler, şu anda benim ve sizin algıladığınız
biçimden farklı olacaktır.
Ve
şimdi kendinize şu soruyu sorabilirsiniz: Pekiyi, “ Şimdi gerçek renkler nedir? ”
Sizin
ve benim gördüklerimiz mi? Yoksa bizim resmin kaydettikleri mi? Bana göre,
anlamsız bir soru bu.
Bu
konuya doğru veya yanlış diye bir yanıt yoktur.
Beyinlerimiz
çok karmaşıktır; bize ne gösterirlerse, onlar bizim için gerçektir.
Gerçeklik,
çok görecelidir.
Eğer
siz renk körüyseniz, ki burada izleyicilerin arasında bu durumda olan birkaç
kişi olmalı -- sadece istatistiklere bakarak -- bu kişilerin tamamen
kendilerine özgü farklı bir gerçeklikleri vardır.
Gerçek,
sadece o kişinin aklındadır ve bu, tamamen beyninizin mesajları nasıl
değerlendirdiğine bağlıdır.
Bu
hafta sonu için size verdiğim mesaj ise, iyi zaman geçirin; fakat bunun
yanında, 3. sınavınıza çalışmaya da başlayın,
çünkü bu sınav kesinlikle bir yanılsama değil.